30 Nisan 2015 Perşembe

The Fountainhead Filmini Herbert Marcuse'nin Tek-Boyutlu Toplum Kavramıyla İnceleme

   The Fountainhead filmi esas itibariyle Howard Roark adlı bir mimarın içinde yaşadığı toplumla yaşadığı çatışmayı ve onun mücadelesini anlatmaktadır. Howard Roark üniversitede mimarlık okurken yaptığı çalışmalar diğerlerinin çalışmalarından farklı ve aykırı olduğu için  üniversitenin son yılında okuldan atılan bir adamdır. Howard Roark’a göre bugün uygarlığın karşı karşıya olduğu en büyük problem bireyselciliğe (individualism) karşı kolektivizmdir (collectivism). Ona göre bu mücadele sadece politikada değil, insanların zihinlerinde de gerçekleşmektedir. Kısacası insanlar için yalnızca bu iki seçenek vardır. Ben, genel olarak filmdeki durumu eleştirel bir şekilde incelediğim zaman bireyselliğin trajedisi ile toplumsallığın trajedisinin filmde karşımıza çıktığını düşünüyorum. Filmdeki Howard Roark ve Dominique Francon karakterlerine baktığımızda ise bu karakterlerin idealist bir hayat görüşüne sahip oldukları düşünülebilir. Özellikle, Howard Roark hayatının en zor dönemlerinde bile ilkelerinden taviz vermemek uğruna taş ocağında çalışmayı göze almış bir karakter olarak karşımıza çıkmaktadır. Yine aynı şekilde, Dominique Francon karakteri de babası Guy Francon gibi başarılı fakat yaratıcı olmayan bir mimar olmayı reddeden bir karakter olarak karşımıza çıkmaktadır.


Filmdeki Gail Wynand karakteri de belli açılardan idealist bir birey olarak düşünülebilir. Örneğin, filmin sonlarına doğru kendi gazetesi olan ''The Banner Newspaper''ın batması uğruna Howard Roark’ı savunmaya devam ettiğini görmekteyiz. Wynand karakteri en sonunda sistemin üzerinde yarattığı baskıya dayanamayarak kitlelere uymayı tercih eden ve sonra da intihar eden bir karakterdir. Howard Roark’ın idealist olmasını akıl hocası Henry Cameron ölmeden önce aralarında geçen diyalogta da görebiliriz ayrıca. Hocası ona çabalarının boşuna olduğunu çünkü kendisinin de hayatı boyunca Howard gibi davrandığını söylemesine rağmen Howard ilkelerinden taviz vermemeyi karar vermiştir artık. Filmdeki Howard Roark karakterini bütün sisteme karşı duran bir birey olarak da düşünebiliriz. Fakat filmin sonlarında, mahkeme sahnesinde Amerika Birleşik Devletleri’nin bireyselcilik (individualism) ilkesi üzerine kurulu bir ülke olduğunu söylediği ve bunu savunduğu için klasik anlamda sistem karşıtı bir birey olduğunu söylenemez. Filmin asıl eleştirilmesi gereken temasının ''toplumun küçümsenip, bireyin yüceltilmesi'' olduğu söylenebilir.

Açıkçası, Ayn Rand bu kitabını yazarken kollektivizm örneği olarak Sovyetler Birliği içindeki düzeni ve oradaki uygulamaları ele almış gibi durmaktadır. Mahkeme sahnesinde Howard Roark’ın söylediği  ‘‘Hiçbir yaratıcı kardeşlerine hizmet düşüncesiyle harekete geçmemiştir, çünkü kardeşleri onun sunduğu hediyeyi reddetmişlerdir.’’ sözünün üzerinde eleştirel bir şekilde durulması gerekmektedir. Bu ifade ile Howard Roark’ın genel dünya görüşünü daha iyi anlayabiliriz. Çünkü bu açıklama ile bireyselcilik arasında yakın bir ilişki kurulabilir. Diğer taraftan, tarihteki çoğu filozofun düşüncelerini kendileri için değil, insanlık için oluşturduğunu da unutmamak gerekir. Filmin bireyselcilik-kolektivizm çatışması şeklinde kurgulanması filmde birçok siyasi tartışmayı da beraberinde getirmektedir. Yine aynı konudan hareketle, Howard Roark’ın toplumdan ve sistemden gelen baskılara rağmen direnmesi ve kendinden taviz vermemesi de onun hayatını zorlaştırmaktadır. Arkadaşı Peter Keating’in söylediği gibi, Howard’ın topluma istediğini vermemesi ve modern mimari konusunda ısrarcı olması onu başarısızlığa ve çöküşe en sonunda sürükleyecektir. Fakat, Howard Roark bu hegemonyayı adeta yıkmak için doğmuş gibidir. Diğer taraftan, filmde kamuoyunun Ellsworth M. Toohey gibi köşe yazarları tarafından belli tutumlar benimsemeye itilmesi de kolektivizmin bir eleştirisi olacağı için filmin siyasetle ilişkisini kaçınılmaz kılmaktadır. Filmde toplumun küçünmesinin bir başka sebebi olarak da, geniş kitlelerin böyle insanlar tarafından kolayca etkilenmesi düşünülebilir. Howard Roark mahkeme sahnesinde ‘‘kolektif akıl’’ diye bir düşünce şeklinin mümkün olamayacağı üzerinde de durmuştur ayrıca.   
 Bu bölümde The Fountainhead filminin eleştirel bir şekilde ele alınması için Herbert Marcuse’nin Tek-Boyutlu Toplum (One-Dimensional Society) kavramı kullanılacaktır. Eros ve Uygarlık kitabında  Marcuse, endüstriyel-teknolojik uygarlık şartlarında toplumsal krizlerin nasıl bertaraf edildiğini şöyle açıklar: Endüstriyel-teknolojik uygarlığı alt etmeyi olası hale getirecek objektif koşullar, aynı şekilde bu dönüşümün doğması için gereken öznel koşulları da ortadan kaldırır (Benhabib, 2005, s.229). Seyla Benhabib’e göre, bu durumda bireylerin özgürleşimi (emancipation) getirecek koşulların ne olduğunu kavrayamaması akılsallaşma paradoksunu meydana getirmektedir (Benhabib, 2005, s.229). Ayrıca Benhabib’e göre, Marcuse’nin endüstriyel-teknolojik uygarlığında özgürlüğün kaybedilmesine son verebilmek için bilim ve teknolojinin üretici güçlere (productive forces) dönüşmesi gerekmektedir (Benhabib, 2005, s.229).
 Marcuse’nin tek-boyutlu toplumu, endüstriyel-teknolojik dünya tarafından yaratılmaktadır (Benhabib, 2005, s.231). Bu bakımdan Marcuse’nin bu tek-boyutlu toplumu, Karl Marx’ın sınıflı toplum düşüncesinden ayrılmaktadır. Fakat, ikisi arasında bir benzerlik de vardır. Marx’a göre, tarihteki bütün toplumsal ilişki biçimleri, üretim ilişkilerinin birer sonucudurlar. Yani, endüstri toplumunda burjuvazi ve işçi sınıfı arasındaki ilişkinin asıl sebebi üretim ilişkileri olduğu gibi; Marcuse’nin endüstriyel-teknolojik uygarlığında da toplumsal ilişkiler üretim ilişkilerinin birer sonucudur. Fakat Marcuse’ye göre, bu sınıf karşıtlıkları geçmişte olduğu kadar günümüzde heterojen değildir. Endüstriyel-teknoloji uygarlığı ve tek-boyutlu toplumu açıklayabilmemiz için toplumsal sınıfların heterojenliği varsayımı artık yeterli olmayabilir.

The Fountainhead filmine geri dönecek olursak eğer 1.sahne olarak seçtiğim sahne Howard Roark ile Henry Cameron arasında geçen sahnedir. Bu sahnede, Henry Cameron sert bir üslupla Howard Roark’ın mimarlık hakkındaki ideallerinin ve çabalarının boşuna olduğunu söylemektedir. Çünkü kendisi de tıpkı Howard Roark gibi hayatı boyunca toplumun beklentilerine ve arzularına boyun eğmemiştir. Henry Cameron’a göre insanların istedikleri ‘‘The Banner Newspaper’’ gibi onları sürü halinde sürükleyen sıradan ürünlerdir. Cameron burada Roark’a şöyle sitemde bulunur: ‘‘Kendi fikirlerine bağlı kalıp açlıktan öleceksin. Gail Wynand insanlara ne istediklerini veriyor: Basitlik, adilik, bayağılık.’’ Aslında, bu sözler filmde kolektivizmin neden kötü gösterildiğini  açıklamaktadır. Çünkü kitleler mükemmel olanı isteyemezken, bireyler onu isteyebilirler. Marcuse’nin tek-boyutlu toplumu ile burada eleştirilen kitleler karşılaştırılabilir. Marcuse, Frankfurt Okulu’nun bir mensubu olduğu için aklın araçsallaşması kavramını kullanmaktadır. Filmdeki eleştirilen toplumda da aklın araçsallaşmasının görülmesi kaçınılmazdır. Fakat Marcuse, toplumun bilinçsiz kitleler haline gelmesini tek başına aklın araçsallaşmasıyla açıklamaz. Freud’un psikanalizinin özellikle Marcuse üzerinde etkili olduğu söylenebilir. Freud’un psikanalizinde vurgulandığı gibi Id’in bastırılma aşamaları çoğu zaman problemlidir ve bastırılmasının bireyler üzerinde hoşnutsuzluklar yarattığı Freud tarafından söylenmiştir. Marcuse’nin tek-boyutlu toplumunda ise bunu engellemek için ‘‘refah devleti’’ ideolojisi kullanılır. Geçmişte insan her ne üretiyorsa ‘‘o’’ iken, günümüzde ise insan kendisini tükettikleriyle tanımlar hale gelmiştir. Id’in bastırılması zor olduğu için bu yeni endüstriyel-teknolojik uygarlık yeni süper-ego'lar yaratmaktadır. Filmde, Howard Roark’ın kendine özgün mimari binalar yapmasının engellenmesi, onun Id’inin yani bambaşka tarzda mimari eserler yapma isteğinin bastırılması olarak düşünülebilir. Burada üniversite bir süper-ego olarak karşımıza çıkmaktadır. Çünkü, tek-boyutlu toplumda insanlar üretici olmaktan çıkarılıp, birer tüketici haline getirildikleri için onların Id’leri ancak tüketim ürünleriyle dizginlenebilir. Fakat, insanlara böyle bir seçenekler zenginliği sunulması onları özgürleştirmemektedir. Marcuse’ye göre, tek-boyutlu toplumda sanat açısından da ‘‘üretkenliğin seviyesi’’ diye bir şey söz konusu değildir (Marcuse, 2007 , s.127).

Eğer filme geri dönersek, Henry Cameron’a göre Peter Keating gibi topluma istediğini veren mimarlar olduğu sürece Howard Roark gibi mimarların verdiği mücadele bir sonuç vermeyecektir. Birinci sahnede geçen diyaloğa bakarsak,  Howard Roark’ın süper-ego’ya itaat etmeyi hiç niyeti yok gibi durmaktadır. Ona göre bireyselliği savunmak aynı zamanda süper-ego’ya boyun eğmemektir. Henry Cameron’a göre dünyaya gelen her yeni fikir tek bir insanın aklından çıkar, fakat bunun bedelini yine o tek insan öder. Bu noktada Henry Cameron’un özgün olmak hakkında söyledikleri tek-boyutlu toplumdaki ‘‘ötekiler’’içinde geçerlidir. Onlarda tahakküm altında ezilirler.

İkinci sahne olarak ise Ellsworth M. Toohey’in, ''The Banner Newspaper''daki işinden kovulduktan sonra Howard Roark’tan intikam almak için kitlelere karşı yaptığı konuşma seçilmiştir. Marcuse’ye göre, modern endüstri toplumları bireylerin iç dünyası üzerinde öyle bir denetim uygular ki onların kendi sefilliklerinin farkına varmasına engel olur (Geuss, 2013, s.126). İkinci sahneye geri dönersek orada Toohey, Roark’ın doğuştan suçlu olduğunu iddia etmektedir. Çünkü, Roark toplumun yerine bireyi yaşamının merkezi haline getirmiş bir adamdır. Roark’ın kendi arzularından fedakarlık etmeyip ve talep ettikleri şekilde mimari tasarımı yapmaması Toohey tarafından kitlelerin karşısında eleştirilmiştir. Toohey’e göre, insanların yaşamasına sadece başkalarına hizmet etmesi koşuluyla izin verilebilir. Birey, toplumun ihtiyaçlarına karşılarken kullanılan bir araçtan fazlası olmamalıdır ona göre. Toplumun fertlerinin fedakarlık yapması çağımızın kanunu haline gelmiştir artık. Topluma itaat ve hizmet etmeyi reddeden Howard Roark ortadan kaldırılması gereken bir insandır.

Marcuse’ye geri dönersek, tek-boyutlu toplumdaki ‘‘iyi yaşam’’ (the good life) vaadi burada kullanılabilir. Çünkü Toohey, kitlelerin iyi yaşama kavuşturulmasının önündeki asıl engelin Howard Roark gibi bireyselciler (individualists) olduğunu düşünmektedir. Ancak toplumun genelinin itaatkar olması önkoşuluyla ‘‘iyi yaşam’’ vaadi gerçekleştirilebilir. Aslında burada daha önce söylediğim bireyin trajedisine karşı toplumun trajedisi yeniden ortaya çıkmaktadır. Bir tarafta kendi doğrularının dışına çıkmak istemeyen bir mimarın trajedisiyle, diğer tarafta barınmaya ihtiyacı olan kitlelerin trajedisi karşı karşıya gelmektedir. Buradaki kitlelere baktığımız zaman çoğu işçi sınıfının bir parçası olmasına rağmen, bu insanlar kapitalizmin bir karşı diyalektiği olacak nitelikte hiç durmamaktadırlar. Buradaki kitle daha çok bilinçten yoksun ve sürüklenmeye hazır bir yığın gibi durmaktadır. İşte bu yüzden Howard Roark  kolektivizmin her türlüsüne karşı çıkar; çünkü kitlelerin zihni ve aklı yoktur.

Üçüncü sahne olarak ise Howard Roark’ın mahkemede jüri önünde yaptığı konuşma seçilmiştir. İddia makamına göre, Howard Roark kendi amaçları için Cortlandt Evleri’ni yıkan acımasız bir egoisttir. Böyle bir mesele, çağımızın en önemli sorunlarından biridir. Bu sorun, topluma hizmet etmeyi reddeden birisinin yaşamaya hakkı olup olmadığıyla ilgilidir. İddia makamını dinledikten sonra, Howard Roark sahneye çıkar ve konuşmasına başlar. Roark’a göre, ateşi icat eden insan muhtemelen yakınındaki insanlar tarafından karanlığa son verdiği gerekçesiyle yakılmıştır. Bu örnek Platon’un Mağara Metaforu’nda, güneşi gören adamın arkadaşları tarafından dışlanmasına benzetilebilir. Howard Roark’a göre tarihteki hiçbir yaratıcı, çevresindekilere hizmet etme düşüncesiyle harekete geçmemiştir, çünkü çevresindekiler onun düşüncelerini ve buluşlarını her zaman reddetmişlerdir. Roark’a göre, bu insanlar hiçbir şeye ve hiç kimseye hizmet etmemiş, sadece kendileri için yaşamışlardır. Yaratıcı insanlar kendi düşünceleri üzerinde yükselirken, asalak olanlar başkalarının düşüncelerini takip ederler. Burada ‘‘asalak’’ olanlar Toohey gibi söylem ustalarını izleyenler için kullanılmıştır. Roark’a göre, yaratıcı olan düşünürken, asalak olan kopyalar ve üretici üretirken, asalak yağmalar. Roark, benliği olmadan yaşayan insanları herkesin ihtiyaçlarına hizmet eden bir ‘‘araç’’ olarak görmektedir. Ona göre her yıkım ve korku insanları akılsız, ruhsuz, robotlar sürüsüne çevirme girişimlerinden gelmiştir. Son olarak, dünya bir özveri (self-sacrifice) yüzünden mahvolmaktadır ona göre. Bu son sahne ile Herbert Marcuse’nin ‘‘faşist devlet, faşist toplumdur’’ anlayışı birlikte düşünülebilir. Frankfurt Okulu’na göre, totaliter şiddetin ve totaliter aklın kaynağı mevcut toplum yapısıydı (Jay, 2014, s.202). Marcuse burada filmi muhtemelen eleştirirdi. Çünkü, filmde şiddet ve yıkımın sebebi olarak bilinçsiz kitlelerin yönlendirilmesi savunulurken, Marcuse’de şiddet ve yıkımı getirenin sistemin kendisi ve onun yarattığı toplum olduğu düşünülmektedir.

 Tek-boyutlu toplum kavramı, bana göre filmi eleştirel bir şekilde açıklamak için en uygun kavramdır. Herbert Marcuse’nin Eleştirel Teori içinde Freud’un psikanalizi ile Marx’ın teorisini birleştirme yönündeki çalışması, filmde eleştirilen toplum yapısını anlamamızı kolaylaştırmaktadır. Örneğin, modernitenin bireyler üzerinde yarattığı huzursuzluklara örnek olarak Dominique Francon’un New York’tan uzaklaşıp babasının taş ocağına gitmesi örnek gösterilebilir. Yine aynı şekilde, Howard Roark’ın Cortlandt’ı havaya uçurması Id’in bastırılamaması ile açıklanabilir. Ayrıca Marcuse’ye göre, endüstriyel-teknolojik uygarlık akla uygun olan ile akıldışı olan arasındaki ilişkiyi değiştirmektedir. Marcuse bu noktada kapitalist ve komünist toplumları birbirine benzetmektedir. Tek-boyutlu toplumlarda muhalefet ve devrim olasılığının işçi sınıfının da artık dışına çıkması filmle kıyaslanabilir. Çünkü filmdeki kitleler, bir sıradan ev alabilmek uğruna sistemin kendilerine dayattıklarını sorgusuz, sualsiz kabul edebilir hale gelmişlerdir. Marcuse’ye göre sanatın bugün toplumumuzun krizlerine yanıt verebilecek yegane şey olması da gene filmdeki Howard Roark’ın mimarlığıyla ilişkilendirilebilir. Marcuse’ye göre, sanat devrimci işlevini sadece herhangi kurumun parçası haline gelmediğinde gerçekleştirebilir (Marcuse, 2007, s.115). Bu bakımdan, Howard Roark’ın mimaride bağımsız ve taviz vermeden çalışmak istemesi  belki de mimarinin ‘‘devrimci işleve’’ sahip olduğuna inanmasıyla açıklanabilir. 

KAYNAKÇA 
-Herbert Marcuse, Özgürlük Üzerine Bir Deneme, İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 2013  
-Herbert Marcuse, One-Dimensional Man: Studies in the ideology of advanced industrial society, New York: Routledge Classics, 2007 
-Herbert Marcuse, ‘‘Art in the One-Dimensional Society’’, Art and Liberation, Douglas Kellner (der.), New York: Routledge   
-Martin Jay, Diyalektik İmgelem: Frankfurt Okulu’nun Tarihi ve Çalışmaları [1923-1950], İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 2014 
-Raymond Geuss, Eleştirel Teori: Habermas ve Frankfurt Okulu, İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 2013  
-Seyla Benhabib, Eleştiri, Norm ve Ütopya, İstanbul: İletişim Yayınları, 2005 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder